Müslüman olmak onur ve ayrıcalık olsa gerek… Allah’ın yarattığı her şeye Allah’ın gözüyle/rızasıyla bakmak, bakılanda Allah’ı bulmak, Allah’la yarattıklarıyla dost olmak... Sözde değil, öz’de Müslüman olmak. Peki, her insan Müslüman sayılabilir mi? Kendisini Müslüman olarak gören herkese Müslüman nazarıyla “biz” bakarız ama o kişiye Allah kendi zatında nasıl bakar ve kişiyi ne şekilde tarif eder orası bazen bizim algımız dışındadır. Bu arada, Kur’an’da, insan davranışlarına dair ipuçları vardır bunlardan hareketle insanın kendisini ve toplumu tarif etmesi de mümkündür.
Kur’an’da Allah, insanları amellerine göre ayırmış, kendi zatını tanıyıp saygı gösterenleri (mümin),kendisini gale almayanları (kâfir), kendine karşı ikiyüzlülük yapanları (münafık) ismiyle adlandırmış ve bu karakterleri tarif etmiştir. Bu tarifler öncelikle insanın kendisini/karakterini tanımlaması açısından, sonrada etrafında olan insanların, toplulukların İslam’a karşı durdukları yeri tarif etmesi açısından önemlidir. İnsan kafasına göre Mümin olamayacağı gibi kafasına göre kimseyi de kâfir yapamaz.
Bazen, “Ey iman edenler” diyerek başlamış uyarılarına Rabbimiz, bazen de, “insanlardan öyleleri vardır ki” diyerek kitabına teslim olanları müjdelemiş zatını ciddiye almayanları ikaz etmiş sonucunda ise olumladığı karakterleri ve olumsuzladıklarını bir bir sıralamış. “Onlar ki” diyerek başlayan ayetlerde iyi ve kötü kişiliklere dönük beyanlarda bulunmuş bazı ayetlerde de ”Ey İman edenler demiş” iman ettiğini iddia edenlere seslenmiş.
Bir not; Kur’an’da “ey iman edenler” diyerek başlayan ayetler insanların mutlak anlamda Kur’an’a iman ettiğini değil, iman iddiasında olduklarına işarettir ki “ey iman edenler” diyerek başlayan ayetlerin tamamına yakınının uyarı ayetleri olması önemlidir.
Bakara suresinde 1 den 16 ya kadar olan ayetlere bakıldığında anlatmaya çalıştığımız olgu hemen fark edilecektir.
Hepimiz Allah’ın yarattığı insanlar olarak günlerimizi geçiriyoruz. Fani olanda ömrümüzü tamamlayıp gideceğiz, baki olana… Kur’an’ın yapmış olduğu tanımların hangisine karşılık geliyoruz asıl burası önemli. İnsanız bir şekilde dünyaya gözümüzü açtık bize sahip çıkanlar (aile-toplum-devlet) kendince yetiştirdi beni-seni… Hikâyelerimiz farklı olsa da, yok aslında birbirimizde farkımız…
Bu gün kendimize yaptığımız “Müslüman” tanımı, işin doğrusu hepimizin gönüllü tercihlerle elde ettiğimiz isimlendirmeler değil nihayetinde yaşanılan hayatın kaderi/sünneti hepimizi bir yerlere savurdu ve İslam, gelenek, kutsal/değer diye bildiklerimizle “öylesine” tanıştık. Hayat bir serüven/kader kimsenin kimseye mazisinden ötürü söyleyecek bir sözü olmamalı diye düşünüyorum.
Ülkemizde insanın doğulu ailenin içerisinde büyümesi ve Kürt milliyetçisi olarak yetiştirilip bir dava (!) adına dağa sürgün edilmesi kendi elinde değilse, alevi cemaatinin içerisinde doğmuş ve büyümüş bir insanında ehli beyt sevgisi ve Sünni düşmanlığıyla yetiştirilmesi çok doğal, beklenen ve yetişme şartlarına bakıldığında olması gerekendir. Doğar doğmaz kulağına ezan okunan, teravihlerle büyüyen, mevlitlerin olmazsa olmaz, kutsal tekkelerin (!) şefaat beklenilen yerler olduğu bilgisi her yaşta kazındı beyinlere…
Hangi İslam’la tanıştığımız önemli bence... İnsanın, bu ülkede her türlü İslam’la tanışması mümkün. Kur’an’ın İslamı, İslam adına konuşan geleneksel ulemanın İslamı, son olarak her iki olguya rağmen bildiğini okuyan geleneği din bilen yurdum insanı, avamın İslam’ı… Sizinki hangisi ve hangi maceralardan sonra mutmain olduğunuz şimdiki inancınızla buluştunuz. Düşünsel değişim süreçlerini samimi bir şekilde sorgulayan bir Müslüman’ın kendisiyle aynı şekilde düşünmeyen-düşünemeyen insanları ilk önce “anlamaya” çalışması gerektiğini düşünüyorum. Kendisi gibi düşünemeyeni “ikna” üzere yaklaşım Kur’an’ ın insan ilişkileri/davet yasasına daha uygun olsa gerek. ”De ki: "Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da...”(12/31) Derdimiz ”Üzüm yemek mi bağcıyı dövmek mi” bu ayrımın iyi yapılması gerek. Eğer, inandığımız değerlerin önce kendimiz için dünya ve ahiret dengesini basiret üzere okuyan düşünce disiplini olduğuna inanıyorsak bizim gibi düşünmeyenleri döve döve inancımızla buluşturamayacağımız da bir gerçek. Samimi iman sahibi olan Müslüman birey, bir fikre odaklandığında “kalanları kurtarmak” (!) adına dayatmayı bir hak olarak görmeye başladığında bu algı biçimi hem diline hem de tavırlarına yansır ki “ikna” önemini yitirmiştir artık. Bu gün bazı cemaatlerin insan kaynakları noktasındaki sefaletinin sebebi topluma yaklaşım biçimindeki usulsüzlüğünden kaynaklanıyor olsa gerek.
Genel anlamda toplumunun dini profili için, “imanı, şirke bulaşmış insanlar” demek doğru olur kanaatimce... Tabi insanların birçoğunun iman-şirk ayrımı yapacak bilgisi ve kaygısı ne yazı ki yok. Yurdum insanı namaz kılmaz ama oruç tutar cumasını kaçırmaz, başını örtmeyen birçok bayanın namaz konusundaki hassasiyetleri takdire şayandır. İnsanımız dinini sever sahip çıkar ama dindarını sevmez kendini bu kesimlerden uzak tutar fakat yumuşak karnı olan çocuklarını ise geleneksel muhafazakâr cemaatlere gönül rahatlığıyla teslim eder. Son birkaç yıldır Liberal-muhafazakâr iktidarın gölgesinde yeşeren İslam algısı gereği çoğalan muhafazakâr görüntüler her alanda kendisini resm ediyor. Liberalizmin geleneksel İslam anlayışıyla sarmal hale gelmesi gizlenmeye/bastırılmaya çalışılan bireysel ve toplumsal zafiyetleri de birçok alanda açığa çıkardı ki, başörtülülerin çoğalması, tesettürlülerin azalması bu zaaflara delalettir.
Evet, bir tanım gerek önce “kendim/iz” için. Bu tarif makul ve kabul edilebilir bir tarif olmalı “ben’i” tarif etmeli yapabilirliklerimi ve yapamayacaklarımı da içine alan bir tarif… Durduğum yer,düşünce düzeyim, gücüm,önceliklerim nedir gibi. Bu tarif bana, “Yapabildiklerini yap, yapamadıklarını ise yapma mücadelesi ver” sorumluluğunu yüklemeli, benden daha fazlasını istememeli ve beni ezmemeli.(2/286) Sonra yakın çevremden başlayarak toplumun geneline uzanmalı ama içinde tahkir, aşağılama, ötekileştirme ve hakaret olmayan bir “tarif”… Mesela, bugün “dinini seven salih amelden uzak duran” bu toplumu “cahil” /bırakılmış/ insanlar şeklinde tarif etmek en doğrusu gibi geliyor. Gerçek anlamda mesaj ile muhatap olmamış, vahiyle tanışmamış tanıştırılmamış insanlar. O vakit bu insanları “anlıyorum” denilebilir mi? Yani, nasıl bir ortam içinde yaşadıklarını düşünürsem “anlamam” kolay olur… Bizim “cahil” toplumun profili-karakteri; kitabi dindarlıkla, sözlü kültüre dayalı adetlerle ve mistik ahlakın oluşturduğu (sihir-büyü) geleneğin üzerinde hayat bulur. Kitabi dindarlık dediğimiz (imam hatip-ilahiyat-ulema) eğitim sürecinde devlet eliyle oluşturulan sünni din ağırlıklı inanç ile kırsalda ki avami geleneğin homojen bir şekilde buluşması, sonuçta karşımıza “halkın dinini” çıkarır. Bu dindarlık oldukça dinamik ve dönüştürücü bir şekilde etkisini yıllardır halkın eliyle sürdürürken bu gün Liberal-muhafazakâr devlet eliyle sürdürülmektedir.
Ama ülke insanının genelinin yaşam biçimlerine, düşüncelerine “hoşgörüyle” bakmıyorum çünkü “hoş” bakmamı gerektirecek hayatlar yok ortada. Öyle ki, “hoş” bakmak zaman içerisinde o yaşamları, düşünceleri kanıksama, benimseme ve hatta sindirmeyi de içinde saklıyor sanki… Bildiğiniz gibi “hoşgörü” kavramını, doksanlı yıllarda bir cemaat gurubunun “dinler arası diyalog” çerçevesinde literatürümüze sokmasıyla tanıdık. Yahudi ve Hıristiyan terörizminin geçmişte yaptıkları ve gelecekte yapacakları zulümleri sansürlemek adına üretilen bu kavram zihinlerde istenilen etkiyi gösterdi kanaatindeyim.
Ben, yurdum insanını “anlıyorum”. Bizler bu yurdun insanıyız bizi bizden daha iyi kim “anlar”
O yüzden karşısındakini anlamak için çaba sarf eden “anlar”, “anlayış” gösterir ve “anlıyorum” der…
Hoşgörü kavramının dayattığı anlamadan hoş görmek aslında, boş görmektir.
Yar kenarlarından geçtik (3/103) Kur’an’la buluştuk unutuyoruz bazen. Nihayetinde insanız işte, Kur’an bizle buluştu mu? En önemlisi bu olsa gerek. Kur’an ile buluşma demişken,
Yukarda değindiğimiz, ülkemizdeki parçalı din anlayışında (Kur’an İslam’ı-Ulemanın/diyanetin İslam’ı-Vatandaşın İslam’ı) Kur’ani düşünceyle buluştuğunu söyleyen/düşünen camiaların diğer ikisiyle siyasi ve akidevi /haklı olarak/ barışık olmadığı kesin. Kurani düşünen insanların bu toplumu tahlil ve tarif etme noktasında muhatabını “anlama” sıkıntısı yaşadıkları da bir gerçek.
Ayrıca, Kurani düşünenler dediğimiz kesim, homojen bir yapı olmayıp bu yapılarda kendi aralarında siyasi ve ictihadi farklılıkları barındırmaktadır. Farklılıkların detayı önemli olsa da nihayetinde birçok tez-tespit-öngörü zamana bırakıldığında zamanın tefsir edici yönüyle, kimin tez’i/feraseti doğru kimin yanlış olduğu açığa çıkacak ama ne yazık ki insanız işte… Bu gün bazı konularda ayrışma yaşayan cemaatlerin galiba birbirilerine ihtiyaçları kalmamış onbeş- yirmi yıl önceki baskı ve zulüm dönemlerinde acıyan yerleri aynı olan Müslümanlar ortak acıda buluşurlardı. Galiba, şimdilerde aynı yerlerden acı çekilmiyor her gurup, kendi acısıyla yaşıyor. Birinin acısı diğerine düğün bayram gibi geliyor olsa gerek. Bu gün Müslüman camiaların gündemine siyaset dili hâkim bu dil farklı içtihatlarda bulunan Müslümanların ayrışmalarına zemin hazırlıyor. Arada mesafeler oldukça birbirini anlamıyor, sevgi ve merhamet duyguları bastırıldığı için de birbirimizi dinlemiyoruz galiba…
Rabbimiz insana/bize dair ne diyor bir hatırlayalım.
“insan zayıf yaratılmıştır.(Nisa/ 28) “İnsan çok nankördür.”(İbrahim/ 34) “İnsan pek acelecidir.”(İsra/ 11)
“Gerçekten insan pek hırslı yaratılmıştır.” (Mearic/ 19) “Fakat insan tartışmaya her şeyden çok düşkündür.”(Kehf/ 54)
Burada, insan demişken “âcizane” önemli gördüğüm bir konuya değinmek istiyorum.
Ayetlerde geçtiği üzere bu fıtrat üzere yaratılan insanın başıboş bırakılamayacağını beyan eden Allah (29/2) ona, sorumlu bir varlık olduğunu her asırda hatırlatmıştır. “Asra yemin olsun ki insan/lık hüsrandadır.” (103.1/2) Her asırda hüsran yaşayan insanlığın kurtuluşuna çözüm vahiy’ler olmuştur. Allah, insanın aklını kullanmasını ister akıl, Allah’ın insana vermiş olduğu güçtür insan bu gücü gereği gibi kullanmadığında İlahi müdahale vakti gelmiş demektir. Öyle ki, bu İlahi yasa/sünnettir insanlık kendi aklı ile doğruyu/adaleti bulma iradesini yitirdiği anda peygamberler, toplumları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için Rabbimiz tarafından görevli kılınmışlardır. Allah’ın asırlar içinde dönem dönem yaptığı ilahi müdahaleler insanlığın muhtaçlığının da göstergesidir. İnsan’ı Kur’an’dan tanıdığımızda onun vahiysiz, yeryüzünde mutlak adaleti ikame edemeyeceği bozgunculuk ve kan dökücülük tarafının her zaman ağır basacağı aşikârdır. Vahiysiz kalan insanlık rehbersiz yol alamaz sonuçta ideal kişi/lik böyle toplumlarda yeşermez. Nuh peygamberimizin beyanıyla "Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve kâfir kimseler yetiştirirler” (71/26.27) Ayrıca, insan aklı vahiyden beslenmediği sürece uzun soluklu ahlaki değerde üretemez yani, vahiy’den kopan reddeden insanın “aklı’da” yoktur dolayısıyla fıtrat üzerede olamaz çünkü vahiy, insanı fıtratıyla buluşturan ilahi bir lütuftur.
(Bu söylediklerim vahyi değersizleştirmeye/önemsizleştirmeye çalışan akıla dairdi. Birde vahyi, Allahın muradına uygun kim, nasıl anlıyor, anladığını zannediyor meselesi var ki bu ayrı bir konudur.)
Akıl, insana doğruya ulaşması noktasında belli oranda rehberlik eder nihayetinde akılda o ana/güne kadar edindiği deneyimlerinden yola çıkarak hüküm verecektir. İnsan, kendi akli imkânlarıyla vahiyden bağımsız bir değer üretebileceğini iddia ediyorsa sonuçta ortaya koyacağı kısır döngü yani, felsefedir.
Felsefeye; varlığın ve hayatın gerçeğini anlamaya yönelik zihni faaliyet dendiği gibi, herhangi bir şeyin akla dayanarak açıklanması da denilebilir. Felsefenin uğraştığı alan hayatın ve varlığın mahiyetidir nedeni ve niçini sorgular. Bunlar son derece önemli sorulardır. Alan doğru, hedef doğru, mantık itibariyle çıkış da doğru ama burada yanlış olan sınırlı akılla bütün bu soruların cevabını arama ve bulma iddiasıdır. (Aslında bu konu, (akıl- vahiy) Usul-i Fıkıh dediğimiz alanı kapsar ki uzmanlık ve teknik alt yapı gerektirir.)
Akıl, mutlak doğrunun kaynağı değil doğruya ulaşmak için bir vasıtadır. Bütün sorgulamalar ve arayışların insanı götüreceği yer vahiy olmalıdır. Hep tartışmış, akıl ile vahiy arasında hangisinin diğerine öncülük edeceği üzerine… Tarih, bu tür tartışmalara şahittir. Batıdan İslam dünyasına ithal edilen bu anlayış, tıpkı batıda Hıristiyanlığa yapıldığı gibi İslam’ında rasyonel/akılcı bir sürece evrilmesi istenmiş. Akıl, kendisini yücelttikçe yaratıcıyı inkâra mecbur olur hakikatte insan Allah’a mecburdur ama o “rehbere ihtiyaç yok” der o vakit şapşallaşır artık gaybı taşlamaya/zanna (10/36) başlar ve hakikati ifade etmekten de uzaktır. Bu gün batı felsefesi denince akla gelen; karamsarlık, vesvese, bunalım, çelişki, sıkıntı ve tatminsizliktir. Ulaşılan her bir sonuç başka kapıları aralamak üzere bir basamak olunca felsefenin hikmete dair kıstaslara kapısı da kapalıdır. Nakıp S.Attas’ın şu sözü tamda söylemek istediğime karşı geliyor. “Şüphe daima var olduğundan, bulunan hiçbir zaman aranılan değildi. Ne bulduysa tatmin etmedi. Önce samimiyetle batı insanı bilgi suyunu aradı. Ama sürekli şüphe tuzunu kattı ve sonunda kanmaz oldu” (1) Felsefe demişken; eski Yunan’dan beridir felsefenin din ile ve dinin felsefeyle hesaplaşması, tartışması, rekabet etmesi yeni değildir. Beşeri akla dayanan felsefe ile vahye dayanan din arasında problem asırlardır devam eder.
Felsefe; insanın dünyaya bakışını, yorumunu dinin etkisinden sıyırmaya kurtarmaya, özgürleştirmeye çalışan uğraş olunca ister istemez aynı alanı asırlardır etkisi altına almış olan din’lerle çatışması kaçınılmaz olacaktı. Dinlerin ve farklı kültürlerin mistik düşünce biçiminden ve alışkanlıklarından “akıl” üzerine kurgulanmış düşünce biçimine geçişi aslında din’den özgürleşmeye doğru bir seyirdir. Din’den, Allah’tan özgürleşen insanın varacağı nihai nokta ise “Allah’ın insanlaştırılması, insanın Allahlaştırılmasıdır”.
Var oluşundan itibaren insanlığın her türlü sorunlarına din’ler, efsaneler, hurafeler vs. çözüm sunarken felsefeciler bu alanlardaki boşluğu doldurmaya çalışmışlardır. İnsanlık tarihinde (günümüzde olduğu gibi) her dönem, dinlere “cehalet merkezli inanmışlık” ne yazık ki şiddetinde kaynağı olmuş. Avrupa da mezhep çatışmaları sonucu milyonlarca insan ölmüştür. Aydınlanma felsefesinin böylesine kanlı din savaşlarının ardından doğması ise tesadüf olmasa gerek…
Avrupalı, dininin yüzünden dindarından zulüm görmüş haklı olarak din ve dindarla arasına mesafe koymaya karar vermiş adına aydınlanma denilen yeni dönemde ise dinine sembolik bir değer vererek din üzerinde tahakküm kuran dindarlarından kurtulmuş ardından da Aydınlanma felsefesi gereği; dine, geleneğe, ahlaka, alışkanlıklara, kurulu düzene, devlete, siyasi ve idari otoriteye yani mevcut her şeye karşı yıkıcı bir tutumu ilke edinerek dinin/Hıristiyanlığın belirleyiciliği olmadan da insanın hakikati bulabileceğini iddia etmiştir. Yani, batılı kendi kökleri üzerinden bir yenileşme ve değişme yaşamıştır.
Konunun başında zikrettiğim anlama faaliyetini bu olguyu anlamak için kullandığımda Avrupalıyı anlayabiliyorum fakat, batı modernizmini ve değerlerini İslam’a monte etmeye çalışanları ise anlayamıyorum. Eğer Müslümanlarda bir gelişim ve dönüşüm yapacaklarsa ellerindeki Kur’an ve1500 yıllık tarihi birikimi bu iş için yetmiyor mu?
Bir konuya (acizane) açıklık getirelim. Kur’an’daki akıl ile aydınlanma felsefesinin tanımladığı rasyonel akıl birbirinin karşılığı değillerdir ve aynı şeyi hedeflemezler. Batı aklı, duyusal-görsel alanda elde edilen sonuçları kutsar ve buna iman ederken Kur’an’da akıl, aklın müşahedesi dışında var olduğuna inanılan (gayp) âleminin belirleyiciliğinde hayatı anlamlandırır. Vahiy, aklın başvuru kaynağı olmalıdır zaten vahyin geliş âmâcıda aklı bloke etmek değil harekete geçirmek değilmidir. Şöyle de diyebiliriz; vahiy, aklı olanı muhatap kabul eder. Vahiy, aklın alanını yok etmez, akıl üzerinde hükümranlıkta kurmaz, akla yol açar ve akıl, Allah’ın varlığı bilgisine ulaşır zaten ulaşmakla sorumlu ve buna da müsaittir.
Akıl, Kur’an’a gittiğinde şunu görür; Kur’an, aklı tarif etmez, “akıl şudur” da demez. Kur’an akıllı olmaya, aklı kullanmaya ve nihayetinde aklı, kendisini okumaya, anlamaya davet eder. Burada altını çizmek istediğim konu ise; Bu davetin sonucunda Kur’an, davet ettiği akla teslim olur. Kur’an, aklı olana, akıllı olana, aklını kullanana seslenir bu esnada iyi niyetli akıl, Kur’an’ın ne dediğine değil ne demek istediğine bakacak ve mesajını alacaktır. Akıl, iyi ve kötü olanın tarifini yapar fakat iyi ve kötü olanın sınırlarını ise vahiy/Kur’an belirler. Akıl, vahyi nasıl anlarsa öylede yorumlar. Kur’an, gereği gibi aklını kullanmayan akıl karşısında çaresizdir aslında… İnsan hevasına uyarsa aklını/nefsini öne alır Kur’an’ı kalkan yapar ve Allah adına terör de estirebilir. Öyle ya, Allah’ı devreden çıkarırsanız hakikatin kaynağı olarak insan kalır. Başka bir akılda ” kaynak benim” der vahyin önüne kendisini/aklını koyar. İnsanların ortaya koydukları içtihatlar dinin kendisi değil, nihayetinde Kur’an’dan anladıklarından hareketle yaptıkları yorumdur. Her iki halde de vahyi konuşturan insandır. Vahiy, okuyucusunun niyetine göre kendini açacaktır. (2/1) İsterseniz Kur’an’ın muhkem ayetlerinden yola çıkarak yaşamınıza İlahi müdahalenin olmasını murad ederek Allah’ın elini/yardımını ister hissedersiniz, isterseniz inancınıza siyasetinize benzer -uygun gelen müteşabihleştirdiğiniz ( Öngörünüze uygun gelen) ayetlere sarılarak Kur’an’ı, siyasetinizi meşrulaştırma aracı da kılarsınız.(3/7) O vakit, Kur’an’ın insanlara sunduğu varlığı anlama ve yorumlamaya yardımcı olan “anlam dünyasını” terk eder, başka değerler dünyasında anlamı arama çaresizliğine kendinizi mahkum edersiniz..
İslam’da, hakikatin kaynağı Allah tır. Duha suresi Hz. Peygamberin nasıl bir çaresizlik içinde kalmışlığını göstermesi açısından önemlidir. Hz. Muhammed o günün/anın içerisindeki en mükemmel insandı eğer öyle olmasaydı Allah kendisine elçi olarak layık görmezdi. Bu güzide insan, aklıyla ancak yaşadığı toplumun sorunlarını tarif etmiş, dertlenmiş, günahlarına ortak olmamış, hirasına çekilmiş çare üretememenin ızdırabını yaşarken hakikati arayan Peygamberin sessiz çığlığına yaratan şahit olmuş anın içerisinde kulunu yetim, sahipsiz bırakmamış, O’nu vahyiyle zengin etmiş ve şaşırmışlığına yol, çözüm bulma çaresizliğine de derman olmuştur. 93/6. “O, seni yetim bulup barındırmadı mı? 7. Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?8. Seni fakir bulup zengin etmedi mi?” Akıl, insana her daim çözüm sunsaydı sunacağı ilk insan
Muhammed (as.) olurdu.
Bu gün ülkemizde batıyı model alan siyasi bir irade var bu irade toplumsal değişim ve dönüşümün bu istikamet üzere olduğunda diretiyor. Toplum ise bu konuda nötr. Aslında nereye sürüklendikleri konusunda tam bir bilgi sahibi değil işin aslı, yurdum insanının çok ta umurunda değil. Onlar için laikler gitsin kim gelirse gelsin idi şimdi huzur! İçerisinde yaşıyorlar. Ben bu süreci toplumsal helaka sürüklenmek olarak görüyorum. Bu sürece müdahale edecek olanlar ise sorumluluk sahibi Müslümanlar olmalıdır. Muhafazakâr-liberal fitne ve fesat toplumsal dokuyu tahrip ederken küresel anlamda planlanan siyasi, sosyal ve kültürel savrulmaya Müslüman seyirci kalmamalı. Müslüman, önce kendisi sonrada içinde yaşadığı muhatap toplumun selameti için uyarma görevini icra etmelidir. Toplumlar bu tür bilge şahitlere muhtaçtır öyle ki, Kur’an’ı insanın eline verseniz onunla yolunu bulamaz önünde, Kitabın şahitliğini yapan birileri olmazsa toplum adım atamaz. Bu gün yaşadığımız en büyük eksiklik hikmetli, donanımlı yüzü topluma dönük bilge şahitlerdir.
Sadece yaşadığımız ülke değil, İslam coğrafyası yaklaşık üç yüz yıldır batının her açıdan işgaline maruz kalmış. Öyle ki dini, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik vs. daha birçok alanda İslam toplumları üzerinde etkin olmuşlar neyi, nasıl ne kadar seveceğimize, ne yiyip ne içeceğimize, giyim kuşamımıza, zevklerimize hatta ufkumuza, hayallerimizde dahi belirleyici olmuşlar. Artık, batıyı model almayan bir düşünce biçimimiz yok öyle ki dinimizi anlama ve yorumlamalarda bile batı felsefesinin argümanları, kavramları belirleyici oluyor.
Doğrusunu isterseniz batıyı, moderniteyi kutsayan düşünce sahiplerinin geleneksel İslam algısıyla olaya baktıklarında böyle bir tercihte bulunmalarını “anlarım” fakat Kur’an’la tanışan ve buradan hareketle çözüm önerileri sunan aklın batılı değerleri bu kadar kutsamasını, sahiplenmesini “anlayamıyorum”
İki olgunun öne alınması, İslam’ın ve Modernitenin derinlikli olarak bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle, Kur’an’a dönüş mutlaklaktır. Kur’an’ı da yüzünden okumak değil hedefi, ruhu, emeli, felsefesi ve en önemlisi pratiği/Salih ameli olan derinliğine okumaların ayetlerdeki muradı yakalamak için gerekli olduğu kanaatindeyim. Derinlikli bilgi derinlikli imana karşılık gelir samimi ve pratiği /şahitliği olan okumalarda yanlış çıkarımların olması önemli olmasa gerek. İman ediyorum ki, Allah kendi rızası doğrultusunda çaba sarf eden kullarını muradıyla buluşturacaktır. Hz Peygamberden nakledilen “Siz bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmediklerinizi öğretir” sözü yol haritası olmalı. İnsan, fark ettiği kadar sorumlu ve yükümlü olmalıdır beklentilerde ona göre olacaktır.
Yenidünya düzeninde liberal demokrasinin İslam coğrafyasına hâkim olma iddiası biliniyor. İblisin yumuşak yüzü olan bu günkü batı medeniyeti, kültürel alt yapısını oluştururken aklı öne alıp ruhu öldürüyor. Haramı yaklaştırıyor helali ise uzaklaştırıyor. Müslümanların bu yaşam biçimini sorgulamaları elzemdir. İnancı, hassasiyetleri, kutsalı şov haline getiriyor, bulandırıyor, değerleri aşındırıyor.
İslam’ın, Müminlerin hayatında sahih ve anlaşılır halde kalması çabası, ”kıblenin” korunması şarttır. (2/177) Diğer taraftan modern dünyanın dayatmalarını iyi okumak, anlamak, çözüm üretmek ve ayrıca, insan-ı kamil yolculuğumuza devam etmek zorundayız.
Her şeyin en doğrusunu bilen yalnızca Allah’tır
Söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil (fuzuli)
Dipnot:
(1) Attas S. Nakıp, Modern Çağ ve İslami Düşünüşün problemleri S. 161, İnsan Yay. , İstanbul 1989