Hicret, halife Ömer’in emriyle müslümanlar için tarihin başlangıcı kabul edilmiştir. Vahyin indiği tarihin değil de hicretin müslümanlar için tarihin başlangıcı kabul edilmesi düşündürücüdür. Hicret, bireysel ve toplumsal anlamda özne olabilmenin mücadelesidir. İnsan, Allah’a olan hicretiyle varlık sahnesindeki yerini alır. Hicret, yalnızca yeryüzünde bir mekan değiştirmenin adı değildir aynı zamanda taraf değiştirmenin de bir adıdır. Tağutların tarafından Allah’ın tarafına doğru yürümektir. İnsan, zihni bir hicreti yaşamadan varlığının kıymetini, ne işe yaradığını nasıl farkedebilir ki?
İnsan, tarihin ilerleyen ırmağında kendine her zaman bir yurt edinmeye çalışır. Kendini arar. Bulduğunu zanneder ve sonra bilindik adreslerde kaybolur. Çölleri aşar kimi zaman ama içindeki çölleri göremez. Bir vaha kenarında duraklar vahayı farkedemez. Hep bir susuzluk ve hep bir arayış… Hacerin İsmail’ine su araması gibi… İnsan, aslında kaybolduğu yollarda hep kendini aramaktadır. “Ey örtüsüne bürünen…” çağrısı varlık sebebini arayana bir çağrı olduğu gibi ikinci kez “ey örtüsüne bürünen…” çağrısı varlık sebeplerini kaybetmişlere kaybettikleri şeyi hatırlatma çağrısıdır. Çölün kavurucu sıcaklığından, susuzluğundan rahmana doğru yürüyüşün çağrısıdır. İçinde ummanlar, içinde her çeşit meyvelerin olduğu bahçeler ve billur kaselerle dolaşan hizmetçilerin olduğu köşklere ve altından ırmaklar akan güzelliklere çağrıdır. Hicret, yoz olandan güzel olana, karanlıklardan aydınlığa koşuşun eylemidir.
Bireysel ve toplumsal değişimin ilk yasası bireyin kulluk bilincine vararak kendini ve yaratıcısını farketmesidir. İnsan, kendini çevreleyen tüm ağları farkettiğinde tarihin elinde bir nesne olduğunu görecektir. Nesneleşen her şey buharlaşıp kaybolmaya mahkumdur. Eğer bugün buharlaşmayan şeyler hala mevcutsa bu kulluk bilincine varanların özne olarak hayata müdahalesi sonucudur. Çünkü bu vaaddir ve Allah’ın dinine yardım edenlere yardım olunacak ve yeryüzünün hükümranları olacaklardır. Yeryüzünün hükümranlığına gelmek insanın kendisine gelmesiyle mümkündür. Hicret eden kimse terkettiği yeri nesne olarak kalmak istemediği için terketmiştir. Kirlenmemek, kirletmemek ve yozlaşmamak için terketmiştir orayı. Bu yer bazan bir şehirdir, bazan ülke, bazan da düşüncedir. İnsan önce kendinde olan kötü düşüncelerden arınıp Allah’a doğru yol almalıdır ki bir şehri terketmeyi göze alabilsin.
Modernitenin şekillendirdiği insan enformatik cehalete kurban edilerek, simulakrların elinde bir kafeste tutulmaktadır. Bu kafesin sınırlarını, genişliğini, görsel manzarasını ve işitilebilinecek şeyleri hep simulakrlar kontrol etmektedirler. Sahte bir cennet varedilerek insanları buna inandırmaktalar ve olası bir hicretten korktukları için hicrete giden tüm yolları şeytan ve dostları ile kuşatmaktalar. Ne var ki Allah’ı hesaba katmamaktalar. Zira Allah, bu esaretten kurtulmayı dileyenlere yollarını açacak ve Allah’ın arzında nice genişliklere ulaştıracaktır onları.
Elbisesi kirlenen insana elbiseni temiz tut çağrısı ve her şeyi yaratan Rabbin adıyla okuması çağrısı, kulun zihni bir hicretini dileyen bir çağrıdır. Çünkü bizim de bugün elbiselerimiz kirlidir ve hayatı yalnızca kendi hazlarımız kadar okumaktayız. Hepimiz ayrı ayrı bize özel olarak inmiş sahifelerimiz olmasını dilemektedir. Bizi uyaran vahye eskilerin masalları gibi bakmaktayız. Evet elbiselerimiz iyice kirlenmiştir. Yıkandığımız ırmak artık vahyin ırmağı olmaktan çıkıp Batı ideolojilerinin popüler ırmağıdır. Kâh özgürlük ırmağına dalarız, kâh demokrasi ırmağına, oradan çıkıp liberalizm ırmağında yüzeriz. Temizlendiğimizi düşünür hatta insanlık için en ideal temizlenme yeridir diye Batı’yı ve onun popüler ırmaklarını işaret ederiz. Her dalışımızda daha çok kirlenir ve temizle pisi ayırt edemez hale geliriz. Şimşek çaktığında yolunu bulan ama şimşeğin etkisi geçince karanlıklar içinde kalakalanlardan olduğumuzu artık farkedemeyiz. Oysa resule, elbisesini kirliliklerden korumasını emreden rab onu nasıl temizleneceği hususunda da bilgilendirmişti. “Bu apaçık bir uyarıdır” dediği kitap ile temizlenmeyi salık vermişti. Resul Kur’anın ifadesiyle dalalette iken, kitap nedir, iman nedir bilmezken Kur’an’la bilir olmuştu. Kur’an’la resul ilk zihni hicretine çıkmıştı. O, vahyin gelişiyle Mekke’de nesneleşmekten kurtulmuş ve tarihe yön veren bir özne olmuştu.
Peygamber, ikinci hicreti olan Mekke’den Medine’ye gidişinde ise ümmetinin nesne olarak kalmasının önüne geçmiş ve İslam’ı ashabının eliyle tüm arap yarımadasına yayarak küfrün o topraklarda nesneleşmesini başarabilmiştir. Peki bizim için hicret nedir? Tarihsel bir vakıa mı yoksa yeniden dirilişimizin muştusu mu? Bizim için tarih ne zaman başlamıştır? Ya da henüz başlamış mıdır? Cevaplanması zor sorular sormak nefse ağır gelir. Ne var ki bu dünya da hala nefes alıp verirken bu zor sorulara hakettiği cevapları vermemiz bizim için tarihi yeniden başlatmaya fırsat olabilir. Ne var ki melekler ve insanlar saf saf dizildiğinde yalnızca rahmanın izin verdiklerinin konuştuğu ve onların da ancak doğruyu konuşacağı zamanda keşke hiç yaratılmasaydım da toprak olup unutulsaydım diye söylenmeden önce sormak ve cevabınca amel etmek daha kıymetlidir diye düşünüyorum.
Modernite, insanlığın elbisesini kirletmekle hayat bulur. İslam ise insanlığın elbisesini temiz tutmakla hayat bulur. Tarih, tevhid ve şirkin mücadelesiyle vardır. Şeriati’nin tespitiyle dine karşı dinin savaş verdiği bir cenk alanındayız. Tarafımızı seçmekten başka çaremiz yok. Aksi takdirde ya cellat olacağız ya kurban! Biz yalnızca ıslah eden olmak istiyoruz. Bunun yolu ise çağın kirliliğinden ve cahiliye pisliğinden Allah’a hicret ederek elbisemizi temiz tutmaktır. Ancak bu sayede şeytan ve dostlarının elinde nesne olmaktan kurtulur ve özne olarak kalabilirim. İşte o zaman gerçek bir hicreti benliğimde duyumsayabilir ve tarihi kendim için yeniden başlatabilirim. Şairin dediği gibi insanın eşrefi mahlukat oluşunun sırrını çözebilirim.