Tek Parti Döneminin İslam’la Mücadelesinde Değişim Rüzgarları:
1946 yılına gelindiğinde devletin o sürece kadar yapmış olduğu icraatlar İslami kesimi sindirmeye dönük olup yeni bir ulus dini yaratma gayretinde olsa da göl maya tutmamıştır. Rejim, M. Kemal eliyle ve İ. İnönü eliyle her ne kadar dinsel kimlikten arındırılmaya çalışılsa da Batı pozitivizmi bu toplumda bir yere oturmamıştır. Geleneksel olsa da toplum, dini birbirini bağlayan bağ olarak algılamıştır. İşte tam burada CHP zihniyeti yeni bir refleks geliştirmiş ve rejimin katı pozitivist anlayışını yumuşatmıştır. Bu İslamcılara ödün vermek için olmayıp esasında İslamcıların elini daha güçsüz bırakmak adına olmuştur.
1948 yılına gelindiğinde CHP’deki değişim arzuları gün yüzüne çıkmaya başlar. Hacca gideceklere ilk defa döviz müsaadesi verilmesi ve vizelerin yapılışı hareket noktası olmuştur. 1 Şubat 1949’da ilkokul programlarına isteğe bağlı din dersi konulmuştur. Yine 1949 yılında İmam-Hatip kursları açılmıştır. Kursların amacı ehliyetli din adamı yetiştirmekti. Ortaokul seviyesinde idiler. Ehliyetliden kasıt rejimi savunacak ama namaz, cenaze namazı gibi bazı ritüelleri yapabilecek kabiliyette din memurları yetiştirmekti. İlk olarak 8 ilde açılan kurslar sonraları İmam-Hatip okulları haline getirilmiştir.
CHP iktidarının son aylarında, 1950’nin birinci yarısı içinde bazı önemli olaylara şahit olunur: 1- Din adamlarının idaresi tekrar Diyanet İşleri reisliğine verilmiştir. 2- Meşrutiyet İslamcıların tanınmış siması Başvekil Şemsettin Günaltay, buhranlı bir safhada okuduğu hükümet programında İlahiyat Fakültesi açılacağını duyurmuştur. 3- Tekke ve zaviyelere dair kanun yumuşatılmış akabinde 19 türbenin açılmasına müsaade edilmiştir.
Şemsettin Günaltay’ın rejim tarafından başbakan yapılması bile İslamcıların güçlenmesini engellemek içindir. Başlangıçta doğru şeyler beklentisi içinde olan İslamcılar bizzat Ş. Günaltay’ın ağzından devrimlerin aynen korunacağını bildirmesi ile hayal kırıklığına uğramışlardır. Tıpkı AKP iktidarındaki Erdoğan’ın “biz Cumhuriyetle hesaplaşmıyoruz biz Cumhuriyeti koruyoruz” demesindeki hayal kırıklığı gibi. Ya da AKP iktidarında Başbakan yardımcısı Ömer Çelik’in “biz olmasaydık Cumhuriyet batacaktı Allah’a şükür ki biz geldik ve Cumhuriyet kurtuldu” demesindeki hayal kırıklığı gibi. Zira bugün de bazı İslamcı çevrelerin Erdoğan’ı kurtuluş reçetesi görme hastalığında olduğu gibi o gün de Günaltay aynı şekilde algılanmıştır.
Tabii bütün bu değişimler halkın CHP’ye olan öfkesini değiştirmemiştir. Rejim yeni bir refleks ile çok partili sürece geçme kararı almıştır. Bu karar yalnızca partinin kendi içinde aldığı bir karar olmaktan ziyade ABD’nin ve Batı’nın dünya konjonktüründe ortaya koyduğu siyasetle de ilgili idi. 1947’de önerilen Marshall yardımının dayattığı şartlar arasında kuşkusuz çok partili sistem ve liberalleşme de vardı. Dünya yeni bir dalgayla değişime zorlanıyordu. Amerikan ürünleri ve sineması artık yeni bir toplumu belirleme de öncülük ediyordu. Türkiye’de Jön Türklerden bu yana yönünü Batı’ya çevirdiğinden bu değişime ayak uyduruyordu. Artık liberal demokrasi zamanıydı ve jakoben anlayış atılmalıydı. Çünkü ulusçu zihniyet birçok yönüyle bu değişimi algılayabilecek zihniyet değildi. İslamcılar için artık yeni bir mücadele alanı daha vardı ki bu yeni alan diğerinden daha zor daha tehlikeliydi. Zira liberal demokrasi anlayışıyla, halkı partileşme yoluyla değişimin ana faktörü olduklarına inandırıyorlardı. Bu durum çok partili süreçte ele alınacağı gibi Müslümanları partiler yoluyla politize etmeyi ve Müslümanların sisteme adaptasyonlarını sağlamayı amaçlayacaktır. Daha ileriki zamanlarda bu sürece STK’lar da dahil olacaktır. Süreç artık tamamen ABD’nin perde arkasından dayattığı politikalarla yürüyecektir. Çok partili süreç Türkiye için yeni bir çağın başladığının habercisidir ve halk kendini bir anda yeni kurulan DP’nin avuçlarında bulur. Oysa DP’yi oluşturan kadrolar tamamen CHP’nin içinden çıkmıştır ve aynı zihniyeti taşımaktadır. Şekil değişmiştir ama öz aynıdır.