Kapı zili çaldığında, elimdeki kontrol kalemi ile arızalı prizi tamir etmeye çalışıyordum. Kabloları yerine yerleştirip, hala çalmakta olan zili susturmak maksadıyla dış kapıya koştum. Kapıyı, benden önce davranan büyük kızım Zehra açtı. Karşımızda on yaşlarında bir erkek çocuğu duruyordu.
-“Ali” dedi Zehra. Belli ki çocuğu tanıyordu. Çocuk ona cevap vermedi. Bana mahcup bir eda ile bakarak;
-Amca, ben Zehra’nın sınıf arkadaşıyım. Beni babam gönderdi. Annemi ve bizi, arabanızla otobüs terminaline bırakmanızı rica ediyor. Mümkün mü acaba?
Şaşırmıştım, yine de cevapta geç kalmayıp; “tabi, geliyorum hemen” dedim.
Askılıktan arabanın anahtarını aldım. Benim evden çıktığımı gören babam, “bende geleyim, arabada yer varsa” dedi. Daha cevap vermeden kızlarımın ikisi birden “bizde gelmek istiyoruz” diye feryadı bastılar. Hepsine “olur” dedim, netice de terminale kadar gidip gelecektik.
Hep beraber arabaya doluştuk. Misafirleri arabanın neresine alacağımı hiç hesaba katmadan evlerine doğru yol aldık. Zehra yolu tarif ediyordu. Babamda arabada gezmenin keyfine varmak istercesine sessiz sedasız pencereden dışarıyı izliyordu.
Tek katlı gecekondu bir evin önünde durduk. Açık kapıdan içeri girdik hep beraber. Bir odaya geçtik. İki kanepe vardı. Birinde, derbeder halde iki yaşlı adam oturuyordu. Diğerinde ise yaklaşık elli yaşlarında, Ali’nin babası olduğunu öğrendiğimiz, zayıf ama diri ve uzun boylu bir adam oturuyordu. Bize oturduğu yerden “hoşgeldiniz, size de zahmet verdik” dedi. “Estağfirullah, ne önemi var” dedim.
Babam ve çocuklar yanıma oturdular. Gözlerim zemine takıldı; ne halı vardı nede bir kilim. Zemin betondu ve üzerinde sadece eski bir naylon vardı. Kapının eşiğinde de siyah poşetlerle yapılmış üç tane bohça duruyordu. Evde, cenaze evinin havası vardı. Herkes soluk ve sessizdi. Tek ses ihtiyarların televizyondan dinlediği haberlerin sesiydi. Ali’nin babasına dönerek;
-Yolculuk memlekete mi? Diye sordum tedirgin bir şekilde.
Perişan ve bezgin bir suratla ;
-Yok be kardeşim, kadın, çocuklarımı alıp gidiyor, terk ediyorlar beni, gidiyorlar. Çocuklar gitmeyi istemiyorlar ama anaları ikna olmuyor, gidecekler.
Ciddi bir aile faciasının tam ortasına düşmüştüm. Hiç böyle bir şey beklemiyordum. Basit bir iyilik yapacağımı düşünmüştüm. Meğerse bir aileyi birbirinden koparmaya gelmiştim.
Hem babam hem de çocuklar benimle beraber şaşkınlık içindeydiler. Diğer iki ihtiyar ise kayıtsızca oturuyorlardı yerlerinde. Onların oturduğu kapının arkasında bir kapı vardı ve evin hanımı ile çocuklar orada idiler. Çocukların inleme sesleri, kadının da valiz hazırlama sesleri geliyordu.
Ne yapabileceğimi bilmez bir halde idim. Gözlerim beton zemini kaplayan naylonun yırtık kenarlarında kalmıştı. Toz ve kireç kalıntısı vardı her bir yanda.
Babam yerinden kalktı. Çaresiz ve çökmüş bir halde köşesinde oturan, Ali’nin babasının önünde durdu. Babam, ciddi bir şey konuşacağı zaman ayakta durur, dik duruşundan taviz vermezdi. Yine öyle bir duruşla seslendi;
-Efendi, sana bir şey diyeceğim, hatta bir şey isteyeceğim.
-Buyur beybaba, ne demek? Başım üstüne, buyur…
Birdenbire babam adamın boynuna atıldı, sıkı sıkıya sarıldı. Hüngür hüngür ağlıyor, biryandan da yalvarıyordu;
-Ne olur ayrılmayın, bu çocukları anasız babasız koymayın. Daha çok küçükler, hayatta olduğunuz halde onları yetim öksüz bırakmayın. Kırmayın kanatlarını, yok etmeyin ümitlerini, ezmeyin yüreklerini… Onlara acıyın, acıya boğmayın, sabredin biraz daha, onlara kıymayın. Çocuklar masumdur, onlar zayıftır, onlar muhtaçtır, onlar emanettir, yapmayın, etmeyin…
Babamı ağlarken, hele hele yalvarırken hiç görmemiştim. Şimdi gördüklerim inanılmaz derecede tuhaf; bir o kadar da etkileyiciydi. Sulu gözlü biriydim ben zaten. Ama babamın ağlayarak yalvarması, çocuklar için söylediği sözler yürek parçalıyordu.
Babamın yürekten bu yalvarışa adamcağız sessiz kalamamış, “beyamca, haklısın, ben de senin gibi düşünüyorum ama kadına anlatamıyorum” diyordu. Ama babamın ısrarına dayanamayıp; "peki beybaba sen şahit ol, bir daha deneyeceğim” diyerek yerinden kalktı. Eşinin ve çocuklarının olduğu odaya girdi. Kısık sesle, yalvarmayı andıran bir edayla bir şeyler konuşuyordu ki; içeriden çok çirkin bir ses işitildi;
-Defol be adam, benim seninle işim yok artık. Gidiyorum işte…
-Çocuklar için acaba…
-Kes sesini, baba olduğun yeni mi aklına geldi.
-Ne olur, gitmeyin, beni yalnız bırakmayın.
-Çık şurdan, şimdi başına yıkarım bu evi…
Adam başını eğerek dışarı çıktı. Ağlıyordu. Aynı anda babam da ağlıyordu, bende, çocuklarda... İhtiyarlar, umursuzca haberleri izlemeye devam ediyorlardı. Ali, kapının önünde bekliyordu, ağlamıyordu, boynunu bükmüş yere bakıyordu, arkadaşından utanıyor olmalıydı.
…
Zil tekrar çalmaya başladı, bu defa çalan alarm sesiydi. Sahura kaldırıyordu beni. Yorgun ve perişan bir şekilde uyandım. Gördüklerimin rüya olmasına sevindim. Sonra, acı gerçeklerin, rüyalardan bile çok oluşuna üzüldüm.
…
Dilek Buz