Son zamanlarda tanıştım onunla. Hayli ileri yaşlarda. Beyaz saçları kıvırcık, alaca sakalı ise alabildiğine karışık. Alnındaki kıvrımlar sanki yaşının habercisi. Arada bir kesik kesik öksürüyor. Öksürüğün üzerine derinlere dalar gibi gözleri boşluğa gidiyor.
Sukutu hayal dedikleri bu olsa gerek, sanki yokmuş gibi. Göğüs kafesi ne yükseliyor nede aşağı hareket ediyor. Aklıma hemen Süleyman Peygamber geliyor. Hani sopasına dayanmıştı da çevresindekiler onun öldüğünü anlamamışlardı. Ta ki sopanın kırılması ile o haşmetli bedeni yere düşene kadar. Hani kaç vakit yaslanmıştır o bastona bilemem. İşte bizim Ahmet amcada öyle kalakalıyor, bir an kendimi Süleyman Peygamberin yanındakiler gibi sanıyorum.
Bir zaman sonra açıyor çakmak gözlerini, engin denizlerin maviliğine çalan gözleri alıp götürüyor beni düşler âleminin derinliklerine. Lal kesiliyor dilim, susuyorum öğlece, sanki bir şeyler anlatıyor keskin bakışların üzerinde ki çatık kaşlar. Yaşam bu olsa gerek diyorum derin bir iç çekerek. Belki yetmiş beklide seksen yıl taşıdı; o yorgun, eğilmiş söğüt ağacı gibi bedenini. Sanki salıvermiş kendisini toprağa. Topraktan yaratıldık ve yine toprak olacağız der gibi.
Derin bir nefes alıyor. Eğilmiş başını yukarı kaldırıyor. Yavaş bir hareketle bana dönüyor. Dudağından süzülen birkaç hece odanın tüm sessizliğini bozuyor.
Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Düzenli nefes alışlarım bir anda keskinleşiyor ve hızlanıyor. Önce yutkunuyorum. Hızlı çarpan kalbim kafesinden fırlayıp dışarı çıkacak gibi oluyor. Vücudum ısınıyor, gözlerimden süzülen yaşlar yanağımdan çeneme inerek, göğüs kafesime düşüyor. Sanki kalbimin ateşini söndürmek istercesine ısrar ediyor. Bir damla bir damla derken aktıkça akıyor tıpkı kaybettiğimiz zaman gibi…
Ve o ses tekrar çıkıyor dudaklarının arasından, ben heyecanıma yenik düşmüş ve kendimden geçtiğim hayal perdesinden uzanıyorum yaşama, yaşam bana geliyor ben yaşama gidiyorum. Ve o ses çınlıyor hala kulaklarımda, birçok yıl geçse de hala kulaklarda. İki hece aslında;
- Oku…