SADECE BİR RÜYA
Sizi korkutmayayım, bu anlatacaklarım bir rüyadan ibaret.
Bu gece gözlerimi rüyama açtığımda doktorlar ile karşı karşıya idim. Hepsi ümitsiz, üzgün ve hatta acıyarak bakıyorlardı bana. İçlerinden kıdemli olduğu her halinden belli olan yaşlıca bir doktor, elindeki raporları, filmleri göstererek;
-Maalesef çok hastasınız, veremin bilinmeyen bir türüne yakalanmışsınız. Hiçbir tedavi yöntemi yok. Öleceksiniz.
-Verem mi? Veremden bu zamanda adam mı ölür doktor bey? Bari “kansersin” deyin.
-Hayır, kanser hastası olsan “kansersin” derdik ama verem olmuşsunuz.
-Ne kadar yaşarım?
-En fazla bir yıl.
Ağır bir mevzuyu sükunetle karşıladım. Zaman kısaydı. Yapmam gereken şeyler vardı ölmeden önce. Hemen eve gidip bir valiz hazırladım. Memlekete gidecektim, amacım; çocukluğumdan bu güne kadar tanıdığım tanıdığım kim varsa hepsini tek tek ziyaret edip, helallik almaktı. Bununla beraber onlara kısa kısa da nasihatta bulunmak niyetindeydim. “fani dünyaya aldanmayın, kalp kırmayın, huzur ve sükunetle yaşayın, tövbe edinin” gibi şeyler diyecektim. Aklımda güzel şeyler tasarladım. Önce otobüsle gitmeyi düşündüm memlekete ama bunun zaman kaybı oluşturacağını düşünüp kendi aracımla gitmeye karar verdim. Yola çıktım ve kendimi biranda eski dostların arasında buldum. Kimseye öleceğimden bahsetmedim ama tek tek kolayca helallik aldım hepsinden. Yanaklarda hafif bir tebessümle yolcu ettiler en sonunda beni. Son olarak anne babamla helalleştim. Eşim en başından beri yanımdaydı.
İşim bitmiş, bir yıl hemen dolmuştu. Tekrar aracıma binip son yolculuğuma çıktım. Yaşadığım şehre dönmeliydim. Bir ara, aracı durdurup çay içmek istedi canım. Kimse esirgemezdi benden bunu. Yalnızdım o anda. Yol kenarında bulunan çay ocaklarından birinin önüne park ettim aracı. İçeri girdim ve sadece çay istedim. Aç ölmek istiyordum nedense. Çayımı yudumlarken karşı masalardan birinde kısa sakallı, ben yaşlarda, genç bir adam gördüm. Yabancı birine benzemiyordu ama aynı zamanda tanıyamıyordum da. Kimdi bu adam? Derken başka bir masada biri daha gözüme çarptı. Onun da siması yabancı değildi ama onu da tanıyamıyordum. Biri daha… Biri daha… Çay ocağı adamla dolmuştu ama hiçbirini tanımıyordum. Bununla beraber hepsi beni gözaltında tutuyor, tanıdık olduklarını hissettiriyorlardı.
O andan birisinin çocukluktan beri tanıdığım yakın bir arkadaşım olduğunu fark ettim. O da gelip boynuma sarıldı. Şaşkınlıkla sordum ona?
-Bu ne tesadüf? Ne yapıyorsun buralarda?
-Memleketten dönüyordum. Bir mola vereyim demiştim. Seni gördüm sonunda. Sen ne yapıyorsun? Diye sordu bana.
-Gardaş, ben çok hastayım, doktorlar yakında öleceğimi söyledi, bende tanıdığım kim varsa helalleşmek üzere çıkmıştım yola, şimdi de geri dönüyordum. Hakkını helal et.
-Sende hakkını helal et dostum, doktorlar aynısını bana da dedi. Bende helalleşmekten dönüyordum. Bak bu lütfü abim, tanırsın, ona da doktor aynısını dedi, şu bizim Ebubekir, o da helalleşmekten dönüyor, karşı masada oturan Kamil, o da, diğerleri de….
Biranda hepsini tanıdım, hepsi de mazimden insanlardı. Korku ve hayretle haykırdım;
-Ne diyorsun sen, herkes ölecek mi?
-Tabi ki herkes ölecek, bu hepimizin yolculuğu.
Anlayamıyordum. Burada bir tuhaflık vardı; herkes aynı zamanda ölemezdi. Onlara acımıştım, kıyamıyordum hiçbirine, yakıştıramıyordum ölümü.
Birden telefonum çaldı. Baktım, mesaj gelmişti. Mesajı gönderen kişi içimizden biriydi. Onunla göz göze geldik. Önemli olmalıydı. Mesajı açtım. Bir ayet yazıyordu.
- “Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler” 5/55