Bugünkü doğa yürüyüşümüzde setin tam kenarında duran kurumuş ceviz ağacı dikkatimi çekti. Açık griye çalan bir renkte idi. Doğanın yeşille boyandığı bu günlerde ben buradayım diyordu adeta. Heybetli duruşunu kurumuş kolları tamamlıyordu. Ama bir yandan da mazlum bir duruşu vardı. Sanki yaratıcıdan yardım ister gibiydi. Belki de şükrediyordu hala ayakta durabiliyorum diye…
Sahi neden ayaktadır diye düşünmeden edemedim. Bir sahibi vardı mutlaka. Ya sahibinin yakacak ihtiyacı yoktu ya da vakti yoktu bu hayata veda etmiş ağacı kesmeye. Bir iki adım daha attıktan sonra üzerindeki oyukları fark ettim. Bunlar gümüş renginin içinde güneş ışıklarının doğadaki raksına bağlı olarak siyah ve irili ufaklı oyuklardı. Bu oyuklar kuzey batı istikametine doğru bakıyordu. Derine inen oyuklar nedir diye sormadan edemedim. Ve birkaç dakika geçmeden bu arazilerde yaşayan tombul ve kıllı kuyruklu sincapların işidir diye aklımdan geçirdim. Bu hayvanlar yazın kabuklu yemişleri ağaç kovuklarında biriktirir ve kışın çetin şartlarında da ihtiyaca göre tüketirlerdi. İşte bunun için çiftçi ağacı kesmemiş olabilir diye düşündüm.
Bir ayrıntı daha geldi aklıma ve bunu kendi kendime söylemeden edemedim. Süleyman peygamber diye mırıldandım. Evet, Süleyman peygamber cinlere hükmedebilen güçlü kuvvetli bir yönetici idi. Yanındaki cinlerin doğaüstü güçleri olup birçok insanın yapamayacağı meziyetlere sahiptiler. Fakat bastonuna dayanıp vefat etmiş Süleyman Peygamberin ölümünü anlayamamışlardı. Ta ki bastonu kurtlar yiyipte baston kırılana kadar. “İşte bu” ; dedim kendi kendime bu gümüş renkli ağaç tahta kurtlarının gelmesini bekliyordu. Belki bu bahar gelecekti kurtlar ya da gelecek diğer baharlara… Bizde ancak o zaman fark edecektik, ağacın ömrünün çoktan sona erdiğini. Kim bilebilir belki de, bizim ömür kurdumuz bizi bu ağaçtan daha erken tüketir; gümüş renkli kurumuş ağaç bizim kuruduğumuza şahitlik eder…